On dokuzuncu yüzyılın sonlarına gelindiğinde, insanoğlu pek çok doğa olayıyla uzlaşmayı başarmış, fakat henüz gerçekleşmeyen düşü için, gökyüzünün engellerinden kurtularak ona hâkim olma beklentisi için sabrı kalmamıştı. Gerçi yaklaşık bir asırdır, havadan hafif araçlar olan balonlarla göğe yükselinebiliyor, rüzgâr elverdiği ölçüde ve istikamette, yer değiştirilebiliyordu. Ancak göklerden istifadenin yaygınlaşması için, bu araç pek öyle uygun düşmemekteydi.
Wright Kardeşlerin Amerika da, yer yüzeyinden yüksekte, “denetimli, kendinden hareketli ve havadan ağır bir araçla”, 1903’te ilk uçuşu başarması, pek çoğumuzun bildiği gibi insanoğlunun gökyüzü ile olan tanışıklığının miladı olarak kabul görür.
Havacılıkta yaşanan gelişmeler, doğası gereği sınır tanımayan askerî taleplerin de etkisiyle, bir insanın ömrüne rahatlıkla sığabilecek bir sürede ortaya çıkmıştır.
Her ne kadar, ilk yerden kesilmenin tarihi, 1903 ise de 1907 yılının sonuna gelindiğinde Avrupa’da sadece 8 kişinin uçabildiğini biliyoruz. 1907 sonunda durum böyle iken, hava araçlarının 1912’den itibaren askerî amaçlarla kullanılmaya başlanması, buna dönük üretimi ve gelişmeyi katlayarak devam ettirecektir. Birinci Dünya Savaşı ile hâd safhaya varan üretim hızı ile kendini gösteren havacılık, iki savaş arası dönemde, mesafe, irtifa ve hız rekorlarıyla anılmaya başlanmış, uçaklarda kullanılan motorların güç ve sayılarının artmasının sonucu olarak da yolcu ve yük taşımacılığı faaliyetleri ortaya çıkmıştır.
İkinci Dünya Savaşı yılları, askerî başarılarda cesaretin yerini yüksek savaş teknik ve teknolojilerinin aldığı yıllardır. Bu yeni savaş silahının önemini kavrayan askerler kadar, taşımacılık ve lojistik sektörlerinde iş yapan sermaye sahipleri de uçak denilen bu yeni araca ilgi gösterdiler. Savaştan sonra ulusal ve uluslararası uçuşlara düzenlemeler getirilirken sermayenin bu işten nasıl nasipleneceğinin kuralları da konuluyordu. Sektörün baş aktörü, silahlı kuvvetler, sivil hava taşımacıları ya da pilotlar değil, uçak fabrikalarıydı.
Fabrikalar, üretim kapasitelerini artırıyor, teknolojilerini sürekli yeniliyor, gelişme sağlanabilmesi için Ar-ge birimleri kuruyor ve de gelişmeleri gizli tutuyor, mühendis yetiştiren okulların kontenjanlarını etkiliyor, orduya ve sivil sektöre personel yetiştiriyorlardı. Havacılık teknolojisinde yapılan keşifler sadece bu alanda gelişme sağlamakla kalmıyor, makine ve motor teknolojileri, tekstil sanayii, iletişim teknolojisi, ısıtma-soğutma teknolojileri, ev eşyası üreticileri, meteoroloji mühendisliği, ziraat ve tarım sektörleri, bilgisayar teknolojisi, uydu sistemleri ve bunun gibi pek çok sanayi dallarıyla yakın ilişkide bulunuyor; alış verişe giriyor ve bütün bu teknolojilerin bir nevi iteni, motoru oluyordu. Bu anlamda, öylesine büyük bir çığır açılmaktaydı ki, hiçbir akıl sahibi devlet bu sahaya kayıtsız kalamazdı ve kalmadı da.
Kapitalistler bu alandaki sermayedarlarını desteklerken sosyalistler, havacılıkta, kendi teknolojilerini dışarıdan bağımsız üretmek ve kullanmak üzere devlet eliyle harekete geçtiler. Kapitalistlerin büyük firmaları, bütün dünya sathına yayılmış olan küçükleri de bünyesine katarak, katmadıklarını yok ederek yollarına devam ederlerken, kendi ülke sınırları dışına taşma eğilimine de girdiler. Sosyalist Devletler ise kapılarını sımsıkı kapatarak kendi özgün tasarımlarını üretiyorlardı.
Türkler, erken sayılabilecek bir zamanda konunun öneminin farkına vararak, 1911 yılında harekete geçmişlerdir. Türkiye’de hava sanayii kurulması konusu, ilk defa 1912’nin 5 Martında, Yarbay Süreyya Bey (İLMEN) tarafından hazırlanıp, Çürüksulu Mahmut Paşa tarafından imzalanarak Harbiye Nezareti’ne arz edilen muhtırada dile getirilmiştir. Ancak Osmanlı’nın son döneminde çok iyi niyetlerle ortaya çıkan birkaç olumlu girişim, siyasî ve kişisel çekişmeler yüzünden meyve veremezken, 11 yıllık savaş sürecinden Türkler, havacılığa gönülden bağlı bir millet olarak çıkarlar.
Osmanlı’nın kalıntıları üzerine yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin en fazla dikkat çeken özelliklerinden birisi de bağımsızlık refleksiydi. Devlet bu yüzden, kendi savaş sanayiini oluşturma arayışındaydı. Ama bu nasıl olacaktı? Genç Türkiye Cumhuriyeti, fakir ve borçlu bir devletken, böylesine pahalı bir teknolojiyi ülkeye getirmeyi ve üretmeyi, hem daha bir toplu iğneyi bile yapamazken, nasıl başaracaktı? Bir dönem Türkiye’de, birkaç ayrı tesiste, zamanın yabancı uzmanlarını hayretler içerisinde bırakacak kadar yüksek nitelikte, yüzlerce, motorlu – motorsuz uçaklar ve uçak motorları üretildi. Atatürk ortaya bir hedef koymuş, millet de buna inanmış ve desteklemişti.
Sabiha GÖKÇEN, anılarında Atatürk’ün dilinden şu satırları naklediyor: “eskimiş teknolojileri değil, en yeni teknolojiyi ülkeye getiremediğimiz sürece, yabancı ülkelere bağımlı olmaktan kurtulamayız… Bunun için de bir yandan mümkün olduğu kadar kemerleri sıkarak kendi yağımızla kavrulacak, bir yandan da yeni parasal kaynaklar bularak çağdaş teknolojilerin en yenilerini bu topraklara taşıyacağız… Eski teknolojileri bize kolaylıklar tanıyarak getiren yabancı devletlerin kurnazlıklarını anlamamak için insanın ya kör ya da aptal olması gerekir. Kısa sürede gelişen şu araç gereç sanayiine bakınız. Dünya Savaşı biter bitmez bu kara günlerde kullanılan tüm silahlar birden bire demode oluverdi. Almanlar, Fransızlar, İngilizler, Amerikalılar, ellerindeki bu silah fabrikalarını uzun vadeler tanıyarak geri kalmış ülkelere satmaya çalışıyorlar. Neden? Çünkü onlar daha modernlerini, daha etkili olanlarını yapabilecek fabrikalar kurmakla meşguller. Bunu her alana yayabilirsiniz. Tekstil, ilaç sanayii, otomotiv sanayii kısaca aklınıza gelen her alana… Biz yeni ve genç bir Türkiye kuruyoruz. Dost, düşman… Başka ülkelerin geri kalmış teknolojilerine ihtiyacımız yok. Ya en yenisini kurar onlarla boy ölçüşürüz ya da biraz daha sabreder, bunu yapabilecek güce erişmemizi bekleriz…”[1].
Tarihi belirtilmemiş olan bu sözler muhtemelen, başarısız TOMTAŞ (Tayyare, Otomobil, Motor Türk Anonim Şirketi) girişiminin ardından söylenmişti. TOMTAŞ girişimini hariç tutacak olursak, Atatürk’ün sağlığında ortaya koyduğu tutumdan, ülkenin üretebilme koşullarının oluşması için bir müddet beklediğini görürüz. 1937 yılı geldiğinde Atatürk, “Bundan sonrası için, bütün uçaklarımızın ve motorlarımızın ülkemizde yapılması ve savunma sanayiimizin de bu eksen üzerinde değiştirilmesi gerekir”[2] diyerek hava sanayiinin kurulması işaretini vermiştir.
Dünya havacılık sanayii, yüz yıllık yaşam süresinde kendine dev bir pazar oluşturmuştur. Bu gün böylesine büyük bir pazara sahip olan hava sanayii ve havayolu şirketleri ülke politikalarına etki ediyor, siyasî pazarlıklara konu oluyorlar. Günümüzde faaliyetine devam eden irili ufaklı çok sayıdaki uçak fabrikalarının % 80’inden fazlasının, Türkiye’nin 1925’teki ilk başarısız girişimi olan TOMTAŞ’tan daha sonra ortaya çıktığını düşünecek olursak, bu sanayiden vazgeçmekle kaybedilen ufkun büyüklüğü bir kez daha ortaya çıkar.
[1] Oktay VEREL, Sabiha GÖKÇEN, ATATÜRK’le Bir Ömür, (Altın Kitaplar Yayınevi, 3. Basım, İstanbul, Şubat, 2000) s.74.[2] İhsan TAYHANİ, Atatürk’ün Bağımsızlık Politikası ve Uçak Sanayii (1923-1950) konulu tez, (İzmir, 2001), s.229.